Abdullah Dehlevî
(1743-1824)
Hindistan'da doğup büyümüş ve burada imanî hizmetlerde bulunmuş büyük İslâm alimlerindendir. Hayatı boyunca Peygamber Efendimizin (asm) Sünnetini esas maksat telâkki edip, bu şekilde yaşamaya çalışmıştır. Aralarında, asrının müceddidi olarak kabul edilen Mevlânâ Halidi Bağdadî gibi büyük şahsiyetlerin bulunduğu çok sayıdaki mümtaz şahsiyete ders vermiş ve yetişmelerine vesile olmuştur. Nakşibendi tarikatına mensup olup, hocasının vefatı üzerine yerine geçmiş ve çok sayıda talebe yetiştirmiştir. Risâle-i Nur'da, Mevlânâ Halidi Bağdadi'nin Delhi'ye giderek kendisinden mânevî feyiz aldığı ve Nakşibendi tarikatına intisap ettiği belirtilmektedir. (Barla Lahikası, s. 117) Künyesi Abdullah bin Abdullatif Dehlevî şeklindedir.
Abdullah, 1743 yılında Pencap'ta doğdu. Babası alim, salih bir kimse olarak tanınan Abdullatif Efendidir. Abdullatif Efendinin, rüyasında Hazret-i Ali'yi (ra) gördüğü ve doğacak çocuğuna kendi adını vermesini istediği rivayet edilmektedir. Bu isteğe uyan baba, daha sonra dünyaya gelen oğluna Ali adını verdi. Ali büyüdükten sonra, Yüce Sahabenin isminden, ona olan büyük hürmet ve sevgisinden ötürü kendisine Ali ismiyle hitap edilmesini istemiyordu. Bundan dolayı ismini soranlara, Ali'nin hizmetçisi anlamına gelen Gulam-ı Ali şeklinde cevap verince, bu lakabıyla anıldı ve tanındı. Ancak, daha sonraları Peygamber Efendimizi rüyasında görünce, kendisine "Abdullah" ismiyle hitap edildiğini gördükten sonra, Abdullah adıyla da anıldı. Bu gelişmelerden sonra her iki isimle de tanınıp meşhur oldu.
Abdullah küçük yaştan itibaren üstün bir zekaya sahip olmasıyla dikkat çekti. Kur'ân-ı Kerimi çok kısa bir süre zarfında ezberledi. Aldığı dini ilimlerin yanında fen ilimlerini de öğrendi. Delhi'de Abdülaziz Dehlevî'den hadis derslerini alırken, Kadiri şeyhi Nasirüddin'den de tasavvuf derslerini aldı. Şeyh Nasirüddin'e intisap etmek istediyse de şeyhin erken vefatından ötürü bu isteği gerçekleşmedi. Bu tarikatın diğer ileri gelenlerinden istifade etti. Yirmi iki yaşına gelinceye kadar onların sohbetlerinde bulundu. Derslerini takip etti ve eğitimlerinden geçti.
Abdullah, daha sonra Nakşibendi tarikatı şeyhi olan Can-ı Canan Mazhar'ın yanına giderek ona talebe oldu. Şeyhin yanında yirmi iki yıl gibi çok uzun bir süre kalarak hizmetinde bulundu. Bu hizmetini şeyhin bir Şii tarafından öldürülmesine kadar devam ettirdi. Şeyhinin vefatından sonra da onun yerine geçti. Çok kısa zamanda etrafta ismi duyulmaya başlandı ve şöhreti kısa sürede yayıldı. İlminden istifade etmek isteyenlerin akınına uğradı.
Abdullah Dehlevî'nin feyzinden ve ilminden istifade eden birçok talebesi oldu. Bu talebeleri arasında müceddid olarak kabul edilen Mevlânâ Halid-i Bağdadi gibi büyük şahsiyetler de yer almaktadır. Ondan ders alan diğer büyük zatlar; Ebû Sa'îd Fârûkî, Mevlânâ Besâretullah, Mevlânâ Pîrzâde, Rauf Ahmed, Mevlânâ Muhammed Can, Mevlânâ Fadıl Gulam, Mevlânâ Şeyh Sadullah Sâhib, Mevlânâ Şeyh Abdülkerim, Mevlânâ Şeyh Gulam Muhammed, Mevlânâ Abdurrahman, Mevlânâ Seyyid Ahmed, Mevlânâ Seyyid Abdullah Magribî, Mevlânâ Pîr Muhammed ve Mevlânâ Muhammed Münevver gibi meşhur ve büyük şahsiyetlerdir.
Abdullah, kendisine gelenlere sadece tasavvuf bilgisini vermekle yetinmedi. Bunun yanında tekke ve zaviyelerde hadis, fıkıh, tefsir gibi İslam ilimlerini de ders olarak okuttu. Anadolu, Suriye, Irak, Hicaz, Horasan ve Maverünnehir gibi muhtelif yerlerden gelen insanlar, ilim ve feyzinden istifade etmek için ziyaretine geldiler. Kendisinden ders almak için Delhi'ye gelenlerden birisi de asrının müceddidi olan Halid-i Bağdadi Hazretleridir.
Risâle-i Nur'da, Halid-i Bağdadi ile birlikte Abdullah Dehlevî Hazretlerinin ismi de zikredilmektedir. Halid-i Bağdadi'nin Delhi'ye gittiği 1224 tarihi, Abdullah Dehlevî'nin yanına gidip manevi feyiz alması ve buradan ayrıldıktan sonra müceddidliğe başlaması hatırlatılmaktadır. Hicri on ikinci asrın müceddidi olarak kabul edilen Halid-Bağdadi ile Bediüzzaman arasındaki yüz yıllık tarihi tevafuklar da sıralanmakta ve buradaki benzerliklere dikkat çekilmektedir. (Barla Lahikası, s. 116-119)
Halid-i Bağdadi'nin Hindistan'a yönelmesi, Abdullah Dehlevî'nin feyzinden istifade etmek için Delhi'ye gitmeden evvel başından geçen ilginç bir hadise anlatılmaktadır; Dini vecibesini yerine getirmek maksadıyla Hicaz'a giden Mevlânâ Halid burada Peygamber Efendimize (asm) Farsça bir kaside yazdı. Hicaz'da görüştüğü büyük bir alimden nasihat isteyince Mekke'ye gitmesini, ama burada karşılaşacağı ve edep dışı gibi görünen şeylere hemen müdahale etmemesini tembih etti. Bu tavsiyeyi alan Mevlânâ Halid, bir Cuma günü Kâbe-i Şerife sırtını çevirip oturan birisini gördü. Dayanamayıp müdahale etti. Yaptığı edep dışı hareketin sebebini, Kâbe'ye niçin sırtını döndüğünü sordu. Mümine, hürmetin ehemmiyetini hatırlatan söz konusu şahıs, daha sonra kendisine yapılan nasihatı ne çabuk unuttuğunu hatırlattı. Bunun üzerine özür dileyen Mevlânâ Halid-i Bağdadi, ayrıca o zattan kendisini talebe olarak kabul etmesi ricasında bulundu. Bu istek üzerine, söz konusu şahsın Hindistan'a gitmesini tavsiye ettiği, orada bulunan büyük şahsiyetten ders alması telkininde bulunduğu ve tavsiye edilen büyük alimin de Abdullah Dehlevî olduğu rivayet edilmektedir. (http://www.dinibilgiler.org/)
Abdullah Dehlevî, talebelerine, özellikle namazın ehemmiyeti konusunda ısrarlı telkinlerde bulundu. Namazın cemaatle kılınmasını tavsiye etti. Bütün ibadetlerin namaz içinde toplandığını, namaz kılınınca Kur'ân-ı Kerim okunduğunu, Peygamber Efendimize (asm) salavat getirildiğini, günahlara tövbe edilerek, kişinin ihtiyaçları ve arzuları için Allah'a niyazda bulunduğunu söyledi. Bu arada, kâinatta mevcut diğer varlıkların da kendilerine özgü bir tarzda ibadet ettiklerini de belirtti. Namazın müminin miracı olduğunu, Cenâb-ı Hakk'ın huzuruna çıkıldığını ve bunun da büyük bir nimet olduğunu, insanı yücelttiğini ifade etti. Ayrıca, Peygamber Efendimizin de hadislerinden örnekler vererek, "Gözümüzün nuru ve lezzeti namazdadır" hadis-i şerifini hatırlattı.
Seksen küsur yıl gibi bereketli ve semereli bir ömür yaşayan Abdullah Dehlevî bu süre zarfında çoğu zaman maddi sıkıntı içinde yaşadı. Ancak, bu durumundan hiçbir zaman şikayetçi olmadığı gibi, bu duruma kanaatkâr bir şekilde sabredip davranılmasını şeref olarak addettiklerini belirtti. Kendisinin ve talebelerinin ihtiyaçlarının karşılanması maksadıyla, hükümdar ve bilahare vali Emir Han maddi yardımda bulunma teklifinde bulundularsa da bu teklifleri kabul etmedi. Rızkın kefilinin Cenâb-ı Hakk olduğunu, "Gökte de rızkınız ve size vaad olunan şeyler vardır" (Zariyat; 22) meâlindeki Âyet-i Kerimeyi hatırlattı.
Abdullah Dehlevî, uzun süren iman ve irfan hizmetinin hitam bulduğu 1824 yılında Delhi'de vefat etti. Cenâzesi, üstâdı Cân-ı Cânân Mazhâr'ın yanına defnedildi.
Facebook'ta Paylaş