Zirâat nezâretinde baytar olarak vazife aldi.
Üç dört sene Rumeli, Anadolu ve Arabistan'da
bulasici hayvan hastaliklari tedâvisi için bir hayli dolasti.
Bu müddet zarfinda halkla temasta bulundu.
Âkif'in memuriyet hayati 1893 yilinda baslar ve
1913 târihine kadar devam eder.
Memuriyetinin yaninda Ziraat Mektebinde ve
Dârulfünûn'da edebiyat dersleri veriyordu.
1893 senesinde Tophâne-i Âmire veznedâri
M. Emin Beyin kizi ismet Hanimla evlendi.
Âkif okulda ögrendikleriyle yetinmeyerek,
disarda kendi kendini yetistirerek tahsilini tamamlamaya,
bilgisini genisletmeye çalisti.
Memuriyet hayatina basladiktan sonra ögretmenlik yaparak
ve siir yazarak edebiyat sâhasindaki çalismalarina devam etti.
Fakat onun nesriyat âlemine girisi daha fazla 1908'de
Ikinci Mesrutiyetin îlâniyla baslar.
Bu târihten itibaren siirlerini Sirât-i Müstakîm'de nesretmeye basladi.
Âkif, yazi ve siirlerini hiçbir zaman geçim kaynagi olarak görmedi.
Buna ragmen onu memlekete tanitan, halka sevdiren asil vasfi sâirligidir.
Birinci Cihan Harbi sirasinda Berlin ve Necid'e (Arabistan) gitti.
Çanakkale harbi, onun Berlin seyahati sirasinda meydana gelmis,
sâir o günlerin istirap ve heyecanini orada yasamistir.
Sâir, bu iki seyâhatiyle ilgili Berlin Hatiralarive
Necid Çöllerinden Medîne'ye adli eserlerini yazmistir.
Harbin son senesinde, çok sevdigi dostu Ismail Hakki Izmirli ile Lübnan'a gitti.
Cihan Harbi 1918'de imzâlanan Mondros Mütârekesi ile
nihayete erdikten sonra, galip devletler
Türk vatanini parçalamak ve paylasmak için
dört taraftan saldirmaga baslamislardi.
Harpten son derece bitkin bir halde çikan
Türk milleti, vatanini müdâfaa için silâha sarildi. Âkif, vatan müdâfaasinin ehemmiyetini anlatmak için hutbelerle halki,
istiklâlini muhâfaza etmek için savasmaya çagirdi.
Anadolu'da millî mücâdele rûhunun yayilmasi üzerine,
Anadolu'ya iltihâka karar verdi.
Istanbul'dan deniz yoluyla Inebolu'ya çikti.
Oradan Ankara'ya hareket etti.
Konya isyani üzerine Konya'ya gidip,
ayaklanmanin bastirilmasinda mühim rol oynadi. Sonra tekrar Ankara'ya döndü. Ankara'dan Kastamonu'ya giderek
Nasrullah Câmiinde verdigi vaazlar nesredilerek memleketin her tarafina dagitildi. Sonra Ankara'ya döndü.
1920 târihinde Burdur Mebusu olarak Birinci Büyük Millet Meclisine seçildi.
17 Subat 1921 günü Istiklâl Marsi'ni yazdi. Meclis 12 Martta bu marsi kabul etti.
Zaferden sonra Istanbul'a geldi.
Abbâs Halîm Pasanin dâveti üzerine 1923'te Misir'a gitti.
O kisi Misir'da geçirip, baharda döndü.
Artik her yil kisi Misir'da, yazi Istanbul'da geçiriyordu.
Halîm Pasa geçimini karsilamayi taahhüt etti.
Ertesi yaz Istanbul'a dönünce Diyanet Isleri Riyâseti tarafindan Kur'ân-i kerîmi tercüme etme vazifesi verildi. Âkif yillarca çalisti. Sonunda bu konudaki ilmî kifâyetsizligini anlayarak vazgeçti.
1926 yilindan îtibâren Misir Üniversitesinde
Türkçe dersleri verdi. Derslerden döndükce
Kur'ân-i kerîm tercümesiyle de mesgul oluyordu,
fakat bu sirada siroza tutuldu.
Önceleri hastaliginin ehemmiyetini anlayamadi
ve hava degisimiyle geçecegini zannetti.
Lübnan'a gitti. Agustos 1936'da Antakya'ya geldi. Misir'a hasta olarak döndü.
Hastalik onu harâb etmis, bir deri bir kemik birakmisti. Istanbul'a geldi.
Hastanede yatti, tedâvi gördü. Fakat hastaligin önüne geçilemedi.
27 Aralik 1936 târihinde vefat etti. Kabri Edirnekapi Mezarligindadir.
Sahsiyeti: Mehmed Âkif'in Sirât-i Müstakîm ve onun devâmi olan
Sebîl-ür-Resâdmecmuasinda çikan yüz kadar muhtelif makalesi,
elli kadar tercümesi ve siirleri vardir.
Fakat Âkif günümüzün hatta
Türk târihinin en önde gelen destan sâirlerinden biridir.
Siirleri edebiyat târihimizde büyük önem tasir.
Siirlerinde bâzan düsünce, bâzan duygu ön plandadir.
Aruzu en güzel sekilde kullanan sâirlerdendir.
Siirlerinde bir taraftan hürriyet, dogruluk, samimiyet,
vatanseverlik, adâlet, istiklâl gibi ahlâkî kiymetleri telkin ederken,
diger taraftan cemiyetlerin çökme sebebi olan riyakârlik,
münâfiklik, korkaklik, dalkavukluk, tembellik,
zulüm gibi fenaliklara siddetle hücûm eder.
Mehmed Âkif yasadigi devri bütün genislik ve derinligi ile
siirlerinde yansitmaya çalismis bir Türk sâiridir.
Yirminci yüzyilin ilk çeyreginde
Türk milletinin içinde bulundugu acilari, sevinçleri,
ümidleri ve hayal kirikliklarini manzum bir târih, bir roman, bir hikâye,
bir destan havasi içinde anlatmaya çalismistir.
Eserlerindeki kisiler de aydin, cahil, yobaz, züppe, sehirli, dinli, dinsiz,
sarhos, gariban, külhanbeyi vs.
gibi cemiyetin hemen her kesiminden insanlardir.
Çevre olarak da saray, konak, câmi, sokak, bayram yeri,
mevlit cemiyeti, savas yeri, mahalleler, köhne evlerin odalari,
oteller vs. seklinde yasadigi devrin bütün husûsiyetlerini
aksettiren yerleri seçmistir. Çalisma tarzi olarak, önce görüp incelemeyi,
not ederek veya aklinda tutarak ve sonra siir taslaklari kurup,
onun üzerinde çalismayi prensib edinmistir.
Müsâhade ve kompozisyona büyük önem vermistir.
Siirinde kapalilik yok gibidir.
Her seyi açik açik yazmaya çalismis, mübhem duygulardan,
yüce ve fizik ötesi mefhumlardan ve süslü hayallerden uzak durmustur.
Kisilerini ve çevreyi resimvâri ve heykelvâri tasvirlerle anlatmistir.
Mehmed Âkif, muhtevâ yönünden edebî ekollerden realist,
biçim verdigi deger bakimindan parnasçi ve bâzi siirlerinde de
naturalist bir hava içindedir.
Siirlerinde sahsî üzüntüleri, arzu ve istekleri yok gibidir.
Toplumun dertlerini konu edinmis,
onlar adina gülmeye ve aglamaya çalismistir.
Kötülerle, fakirlikle ve gerilikle mücadele esas gâyesidir.
Âkif, ahlâksiz edebiyata düsmandir. Samimiyetsiz, sahte ve taklitçi olanlari sevmemistir. Siirlerinde halk deyimleri,
atasözleri, halk kelimeleri bol bol yer alir.
Siirleri manzum hikâyeler, hitâbet siirleri,
lirik siirler ve taslama siirleri seklinde siniflandirilabilir.
Bunlardan manzum hikâyeleri sosyal konulu,
hitâbet siirleri didaktik muhtevali, lirik siirleri vatanî,
millî ve dînî coskunluklarla dolu,
taslama siirleri de sakadan hicve kadar uzanan tenkitleriyle doludur.
Mehmed Âkif siirlerini çogunlukla kuralsiz nazim sekliyle yazmistir.
Vezin olarak yalniz aruzu kullanmis, ama heceye de karsi olmamistir.
Üslûbu, siirlerindeki olaydan ve fikirden daha önce göze çarpar.
Süse ve yapmaciga kaçmadan yasayan halk ifâdeleriyle kurulmus,
çekici bir anlatisi vardir. Halk dili ve üslûbunu hemen her siirinde kullanmasina ragmen, bu konuda en çok muvaffak oldugu eseri Âsim oldu.
Bol fiil ve sifat kullandigi siirlerinde asiri sadelikten ve yapma dilden kaçinmis,
Servet-i Fününcularin agir ve cansiz lisanindan da uzak durmustur.
Siirlerinde tahkiye, tasvir, hitap, muhâvere gibi
bütün anlatim yollarini basariyla kullanmistir.
Bilhassa muhâvere (karsilikli konusma) anlatim yolu onun
siirlerinin en önde gelen özelliklerinden olmustur.
Iç âhenk, daha çok lirik siirlerinde görünür.
Fazla mecaz kullanmaktan kaçinmistir.
Memleketin sosyal meseleleri,
sâhit oldugu elem verici olaylar ve çilekes
Anadolu insanlarinin hâlini sik sik siirlerine konu edinerek ele almis,
duygu ve düsüncelerini samimi ifâdesiyle dile getirmis,
çâre için çesitli teklifler öne sürmüstür.
Osmanli Devletinin Tanzimâtin îlâniyla baslayan,
mesrutiyet îlânlariyla devam eden ve Ittihat ve Terakki Partisinin
iktidâri zamaninda son hadde vardirilan yikilisa götürücü hareketlerle
kisa zamanda târih sahnesinden silinmesi,
dünyâdaki Müslümanlarin ilim ve teknikte
Avrupa'dan geri kalmis olmasi ve bassiz kalarak
herbirinin ayri ayri yollar tutup parçalanmalari karsisinda,
feryâd edici siirleri vardir.
Mehmed Âkif milletini ve dînini seven,
insanlara karsi merhametli bir mizaca sâhip,
sâir tabiatinin heyecanlariyla dalgalanan,
edebî bakimdan kiymetli siirlerin yazari meshur bir Türk sâiridir.
Istiklâl Marsi sâiri olmasi bakimindan da"Millî Sâir" ismini almistir.
Ancak rastgele edindigi din bilgileriyle,
zamâninin ve çagin dertlerine sahsî fikirleriyle çâre aramaya kalkismasi
bâzi hatâlara düsmesine sebep olmustur.
Bunun yaninda Sultan Iknci Abdülhamîd Hanin memleket için yaptiklarini
anlamayip onun sanina yakismayacak iftiralarda bulunmasi;
sicilli mason Misir Müftüsü Muhammed Abduh'u övmesi;
bir çalgicinin seslerini nidâ-yi ilâhîye benzetmesi
begenilmiyen belli basli hususlaridir. Ahmed Dâvudoglu,
"Dîni Tâmir Dâvâsinda Din Tahribcileri"kitabinda diger reformcular gibi,
ilhâmini dogrudan dogruya Kur'ân-i kerîmden almak istedigini bildirmektedir.